BARIŞTAN SÖZ EDEBİLMEK İÇİN BİR “ÇIKIŞ VAR”
Güler İnce
“Çıkış Var” sergisi içeriğine uygun olarak, sembolik
anlamı yoğun bir günde, 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde açıldı. Oysa barış umudunu
hep diri tuttuğumuz ve yüksek sesle dile getirdiğimiz o güne buruk girdik.
Çünkü buraların uzağında bir yerlerde savaşlar devam ediyordu. Üstelik bu savaşlarda
sadece çatışan taraflar değil çocuklar, kadınlar, sağlık çalışanları da hayatlarını
kaybediyordu. Savaşın bile hiç değilse kuralına uygun sürmesini isteyecek duruma
düştüğümüz bu dönemin karamsarlığında açıldı sergi. Diyarbakır’da yaşayan,
güncel sanat alanında işler üreten sanatçı Şener Özmen, tüm bu savaş ve kaos
ortamından bir çıkışın mümkün olup olmadığını ironik ama aynı zamanda hüzünlü
bir dille buradakilere, buranın vicdanına anlatmaya çalışmakta. Çünkü barış söylemi
ve bir çıkışın olabileceği düşüncesi hep onun bulunduğu yerden geliyor yani
Batı’nın uzağında olan bir coğrafyadan.
Her yerde sergiler, bienaller, açılışlar,
konferanslar sürerken ve onları takip etmeye çalışırken bir yandan da gündemi
takip ettiğimiz Eylül ayı yoğunluğu. Yakılan binalar, linç edilen insanlar,
abluka altındaki şehirler, sokağa çıkma yasakları, konuşma yasakları, basın
yasakları, ölümler, ama en çok da çocuk ölümleri, güvercinlerin ölümü, yani
barışın ölümü… Karmakarışık bir dünyada oradan oraya sürüklenme durumu. “Peki,
buradan bir çıkış var mı?” diye düşünürken kendimi Sıraselviler’deki Pilot
Galeri’nin kapısında buldum. Küçük bir sergi mekanının az sayıda işle nasıl da
dolu dolu olabileceğini gördüm.
Galeri merdivenlerinden ilk indiğinde ziyaretçiyi, sanatçının
aydınlatılmış bir mektubu karşılaşıyor. Bu mektup yine benzer karanlık günlerde
kaleme alınmış, 6-7 Ekim Kobani olaylarında. Mektup İstanbul’da bir oturuma davet edilen
sanatçının niçin gitmek zorunda olduğunu oğlu Robin’e anlatma çabasıyla
başlıyor. Olayların yoğunlaşması nedeniyle havaalanına ulaşamayan sanatçı bu
defa da neden oturuma katılamayacağını davet eden dostlarına anlatmaya
çalışıyor.
Mektuptan sonra karşı duvarda “Kurşun Üçlemesi” yer
alıyor. Dökülmüş üç kurşun ve altlarında üç ayrı dilde metin var. Kurşunlardan
biri dünya (İngilizce) biri barut fıçısına
dönüşmüş Ortadoğu (Türkçe) ve bir diğeri ise “ana dil”i (Kürtçe) için dökülmüş.
Metinlerdeki dualar, üzerlerindeki nazarlardan, kem gözlerden kurtulmalarını
sağlayacak. Her tarafın silahlardan çıkan kurşunlarla cehenneme döndüğü bir ortama
karşılık sanatçı da kurşun döküp, umut diliyor.
Ana dil için döktüğü kurşunun altında şunlar
yazıyor: “…sana göz değmiş ey dil! Sana
nazar değmiş, bunun için böyle sağır, dilsiz ve zavallısın”
Kurşunların karşısındaki duvarda bakıra dövülmüş
Şahmaran figürü karşılıyor izleyiciyi. Şahmaran Ortadoğu, Anadolu mitolojisinin
önemli bir figürü. Bölgeden bölgeye farklılık gösteren masalların kiminde erkek
kiminde kadındır Şahmaran. Ama hepsinde ihanete uğrayan ve ihanet yüzünden ölen
bilge bir figürdür. Burada sanatçı Şahmaran figürüne kendi yüzünü yerleştirmiş.
Etrafındaki kurşundan bir çember içine sıkışmıştır.
“Yok Ülke” hemen “Kurşun
Üçlemesi”nin yan duvarında yer alıyor. Halıya işlenmiş bir dünya haritası görülüyor
ancak bildiğimiz dünya haritalarından farklı, yeniden oluşturulmuş bir harita
söz konusu olan. Haritalandırmak, sınırlar çizmek yayılmacı düşüncenin politik ürünüdür.
Bunun alternatifi haritalamaktır ve alternatif anlamlandırma düzenekleri
geliştirir. Sosyo-coğrafya araştırmalarında bireylerin sabit kimlikleri olmadığı,
yere, zamana ve sosyal ilişkilere göre değiştiği göz önüne alınarak, bu çoklu
kimlikleri mekana göre tanımlama, haritalamanın konularından biridir. Sanatçı da
gerçekleştirdiği haritalandırmayla sınır, ülke, ulus kavramının yerle
bağlantısını sorguluyor. Tabi yine her şekilde haritalarda adları geçmeyen
halkların“yok ülke” leri bu haritada da yok.
Orta yerde bir“Tribod” betona saplanmış, hareket
edemez bir şekilde duruyor. Sanatçı daha önceki videolarındaki kamerasal ve
çevresel titremelere, sabitlenemeyen tripodlarına yönelik eleştirilere betona
saplanmış, sabitlenmiş tripotuyla cevap veriyor sanki.
Tripod’tan “İkarus’un Düşüşü” adlı videoya
geçiyoruz. Hareketsizlikten harekete. Bu videoda öncelikle Peter Bruegel’in “İkarus’un
Düşüşü” adlı tablosunu görüyoruz. İkarus balmumuyla sabitlenmiş kanatlarıyla göğe
yükselip güneşe yaklaşır ancak balmumu erir ve İkarus düşer. Bruegel tablosunda
sadece İkarus’un suya düşmüş ve boğulmak üzere olduğu anı resmeder. Deniz
kenarında güzel bir manzarada İkarus denize düşmüştür ama bu düşüşü etrafındakiler
hatta resme bakan izleyici tarafından bile fark edilmemektedir. Tarlasını süren
çiftçi, sürüsünü güden çoban, ağını denize atan bir balıkçı resmin ana
merkezinde yer alır. Yanı başlarındaki ölüme rağmen insanlar günlük rutinleri
içinde yaşamaya devam etmektedirler. Resim görselinin hemen ardından sanatçıyı
küçük bir havuzun kenarında oturmuş görürüz ve bir anda kendini suya bırakır,
İkarus’un düşüşünü temsil eder bu düşüş. Bu çalışmayla sanatçı çatışmalara,
savaşa, göçlere, ölümlere yönelik insanın vurdumduymazlığını eleştiriyor. Bir
yerlerde insanlar ölürken, yaşam devam eder başka yerde ve ölüleri kimse
görmez.
“Yapışık-diptik” adlı çalışması iktidar
mekanizmasının her şeyin üstünde oluşunu, anılara, geçmişe bile el koyabilme
gücünü sorgular. “Devletle
yapışık geliyorsun dünyaya, senin olan, aynı zamanda onundur,” demektedir
sanatçı. Evlerine yapılan bir baskın sırasında polisin çocukluk
fotoğraflarına el koyması ve çocukluğuna dair tek fotoğrafının Almanya’daki arkadaşının
gönderdiği bir siyah beyaz fotoğraf olması her şeyi yeterince anlatmakta.
“Canlı Bir Güvercine Barış Nasıl
Anlatılır?” adlı videonun karşısındayım. Aklıma Joseph Beuyhs’un
1965 tarihli “Ölü Bir Tavşana Tabloları Nasıl Açıklamalı?” adlı işi geliyor. “ölü bir hayvan bile inatçılık, kertesinde
akla bağlı insanlardan çok daha fazla sezgi gücüne sahiptir” der Beuyhs bu işinde. Belki de ölü bir tavşana
resimleri anlatmak canlı bir güvercine barışı anlatmaktan daha kolaydır. Ama
hepsinden zor olanı barışı insanlara anlatabilmek. Özellikle de güvercinler
bile vuruluyorken bu ülkede…
Videoda sanatçı, suskun ve sadece bakışlarıyla
ekranda bir görünüp bir kaybolan beyaz bir güvercini izliyor. Sanatçının belki
de iç sesi olan bir çocuk sesi -ki barışa bu günlerde en çok ihtiyaç duyanlar
çocuklar, çünkü en çok çocukları kurban veriyoruz bu savaşa- aynı zamanda
sanatçının oğlu olan Robîn’in sesi ilk cümlesini söylüyor: “açıkçası sevgili beyaz güvercin barışı pek
itibar görmeyen hayatımız cehenneme dönmeden önce konuşmalıydık, şimdi değil”
Metnin dili Türkçe,
çünkü buraya, buradakilerin vicdanına, onların dilinden seslenmek istemiş
sanatçı. Çünkü savaş her gün televizyonlardan gazetelerden bu dilde veriliyor.
Çünkü barış diyenler başka bir dilde konuştuklarında kimse onlara kulak vermiyor.
“Salıvereceğim seni sevgili beyaz güvercin, siyaseten değil. Bunca
beyaz güvercinin yaşadığı bir coğrafyada barıştan söz edemediğimiz için” diyerek son buluyor video.
“Barış” sözünü sarf edenin her türlü
haksızlığa uğradığı bu günlerde Şener Özmen yaptığı işlerle barıştan söz
ediyor, onu duymak istemeyenler inat sesini ulaştırmaya çalışmaksa bizlere
düşüyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder