Sanat, kadın ve Canan Şenol...
Feminist sanatçı Canan Şenol, Bienal’deki “Çeşme” ve
“İbretnuma” adlı işlerinde yine sözünü esirgemiyor.
Bienal, çeşitli sergiler ve sanatsal etkinlikleriyle dolu
bir Sonbaharı yarıladı İstanbul. Bu etkinlikler içinde en çok tartışılanı ise
her dönem olduğu gibi bienaldi. Bienalin küratörleri, kavramsal çerçevesi,
sponsorları tartışıladursun biz bu tartışmalardan uzakta, işleri Bienalde
Antrepo No.3’te sergilenen; Türkiye’de oldukça cesur işlere imza atan, feminist
sanatçı olduğunu her fırsatta dile getiren Canan Şenol’la konuştuk.
-Bienale “Çeşme” ve “İbretnuma”adlı işlerinizle
katıldınız. “Çeşme” de Marcel Duchamp’ın ve Bruce Nauman’ın “Çeşme” adlı
işlerine gönderme yapıyorsunuz. Feminist bakış açısıyla onların işlerini olumsuzlayarak,
işinizde öne çıkardığınız noktalar neler?
Çeşme, doğum sonrası gerçekleştirdiğim; yaşamın kaynağı
olarak kadın bedenini işaret ettiğim bir video çalışması. O dönemler bebeğimi
emzirirken gerçekten de kendimi bir çeşme gibi hissediyordum. Doğurganlığa
tanıklık ettiğim bu süreç işime de yansıdı. Ama tabi batılı eril sanata da bir
gönderme var. Sanat tarihinde üretilmiş birçok aynı adlı iş, bu anlamda eril
bir bakış açısı ile üretilirken, beden sıvılarına da işaret ediyor. “Çeşme” bu
alana feminist bakış açısı ile bir cevap. Sanat tarihindeki kadın arzu nesnesi
ya da kutsal anne imgesi üzerinden tasvir edilir. Mekanik bir görüntüye sahip
olan ve sürekli damlayan çeşme görünümündeki meme, kadın bedenini arzu nesnesi
olmaktan çıkarıyor. Klişeleşmiş fedakâr anne imgesini de yok etme niyetiyle
memeyi, bedenden ayırıp bu imgeyi kırıyorum.
—Bienalde en
kalabalık izlenen çalışma animasyon videonuz, “İbretnuma”ydı. Bunu masalsı
diline mi, yoksa anlatılan öyküye mi bağlıyorsunuz?
Öncelikle samimi olmasına bağlıyorum. Herkesin bildiği ama
dile getirilmeyen ve çoğumuzun özel yaşamından kesitler sunan bir ayna vazifesi
taşıyor. Elbette masalsı olması da izlenirliğini genişletiyor. Videoda,
hayallerinde bile kendi olamayan bir kadın görülüyor. Bu video ile bir sistem
tanımı yapıyorum. Tüm iktidar alanlarının bir yaptırım gücü var kadının özel
hayatında. Aile, devlet, toplum, din. Sistem bireyleri normalleştirerek kontrol
altına alırken, kontrol altına alamadıklarını önce dışlıyor, sonra yaptırım
uyguluyor. Anne bunu biliyor, kızından sistemin tanımladığı şekilde bir iktidar
alanında oynamasını istiyor.
—Yıllardır feminist
bir konumda, toplumsal iktidar ve kadın bedeni arasındaki ilişki üzerine işler
üretiyorsunuz. Cinsiyet, feminist sanatın tek teması mı?
Sadece cinsiyetçiliğe değil, her türlü yerleşik ideolojiye, ayrımcılığa,
ırkçılığa, militarizme karşı olmadığı sürece bir kadın hareketini feminist
olarak tanımlamak mümkün değildir. Kendini feminist sanatçı olarak tanımlayan
biri bu duyarlılıkla üretmeli. Bununla beraber antimilitarizmle ilgili bir
yapıtı, feminist bir sanatçı üretti diye “feminist sanat” içinde değerlendirilemez.
Sanatçının, yapıtı üzerinden tanım yapması yerine belirlediği konum üzerinden
tanımını yapması, buradaki karışıklığı önleyebilir.
—Önemli feminist
sanatçılardan Judy Chicago kadınların önce erkeklerin sanatını taklit
ettiklerini sonra kendi formlarını keşfettiklerini söyler. Sizde de böyle mi
gelişti?
Açıkçası bizim kuşak sanat eğitimi alırken sanat yapıtlarını
doğrudan izleme, gündemi takip etme şansına sahip değildi. Bu anlamda
aydınlanmamız bienallerle oldu. Ben bu konuda eril bir sanatın taklitçiliğinden
çok, batılı bir sanatın taklitçiliği ile başladığımı söyleyebilirim. Elbette bu
taklitçilik bilinçli değildi, farkına varmadan hafızaya yerleşmiş, öğrenilen
bir şeydi. Var olan üretimleri kritik etmeye başladığımda, kendi formlarımı
keşfettim. Bu keşif hala sürüyor.
—İşlerinizin çoğunda
bedeninizi kullanıyor, soyunuyorsunuz. Kadınların cinselliklerinden utandıkları
bir ülkede bu zor olmuyor mu?
Toplumsal cinsiyet
üzerine işler üreten bir sanatçı için beden kullanımı kaçınılmaz. Bedenim bir sanat
malzemesi, dolayısıyla sınırlar getiremem. Bu örtünmeye de tekabül edebilir,
soyunmaya da. İkisi içinde olumlu ve olumsuz tepkiler alıyorum. Bazen bedeni
kullanmaktan, bazen içeriğinin politik olmasından dolayı maille, telefonla
ürkütücü tacizlere maruz kalabiliyorum. En çirkini sanırım politik olarak
uyuşmayan birinin, bedenime ya da cinselliğime saldırıda bulunması. Bunlar göze
alınan riskler ve bir şekilde bedeli ödeniyor.
—“Hicap” çalışmanızda,
Adnan Çoker’in sergisine başörtüsüyle katıldığınız performansınızda başörtüsünü
desteklediğiniz yönünde suçlandınız. Yanlış mı anlaşıldınız?
Bu işleri, kadın bedeninin siyasetten ekonomiye kadar her
alanda bir araç olarak kullanılmasıyla alakalı olarak üretmiştim. Türkiye
modernizmi inşa
sürecini “surete” çeki düzen verme üzerinden gerçekleştirdi ve bunu kadın bedeni
üzerinden yaptı. Şimdi de muhafazakârlık ve laiklik kavramları altında kadın sureti
üzerinden iktidar kavgası sürüyor. Bu tüm dünyada yaşanıyor. Batı doğuyu işgale
yeltenirken çarşaflı kadın imgesinden yola çıkıyor, doğu batıyı eleştirirken
çıplak kadın imgesine saldırıyor. Tüketim mekanizmaları yine kadın bedeni
üzerinden ekonomisini güçlendiriyor. Bu anlamda başörtüsünü desteklemekle
suçluyorlarsa beni, haklı olduklarını söylemeliyim. Mini etekli bir kadının
cinsel tahrik nesnesi haline gelmesini nasıl eleştiriyorsam, başörtülü kadının
da siyasi bir tahrik nesnesi haline gelmesine karşıyım.
—Sonraki hedefleriniz,
projeleriniz neler?
Hedefim elbette her ürettiğim yapıt ile bir öncekini aşmak.
Projelere gelince, 21 Ocak’ta Galeri Xist’de kişisel sergim açılacak. Bir de,
yeni bir video masal kurgulanmayı bekliyor.
Güler İnce
Bu röportaj 25 Ekim 2009 tarihli Radikal İki’de
yayınlanmıştır.
http://www.radikal.com.tr/radikal2/sanat_kadin_ve_canan_senol-960793
resim için: http://11b.iksv.org/sanatcilar.asp?sid=61
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder