ERKEKLERİN “MUSE” LERİ KADINLAR
“Bir şiir ya da dizedeki güzellik sınırlıysa
onu daha güzelleştirmek, gerekli ve doğru olmadığı gibi, kolay da değildir…
Yoksa şiir, fazla boyalı bir rüküş kadına döner. Ve o şiir olmaktan çıkar.
Tersine, şiir güzelken siz çirkin çevirmişseniz, o zaman da –ihanetten başka-
bir beceriksizlik, bilgisizlik ve zevksizlik söz konusu olur...”
Türk Dil Kurumu çeviri ödülü
sahibi Hüseyin Demirhan’ın bir huzur evinde ölümünden sonra, daha önce
yayımlandığı halde bir türlü tamamlanmadığı hissiyle üzerinde çalıştığı
“Elsa’nın Gözleri” son haliyle geçtiğimiz aylarda, Kırmızı Yayınlarından
çıkarak okuyucuyla buluştu. Üzerinde bu kadar çalışılan bir çeviri olmasının
yanı sıra, üzerinde çok konuşulan bir aşkın şiire dönüşümüdür “Elsa’nın
Gözleri”
Yansıdığını gördüm orda tüm güneşlerin
Oraya sığınışını bütün ümitsizlerin
Öyle derin ki belleğim kayboldu içlerinde”
Peki, Aragon’un bu güzel
dizeleriyle seslendiği kadın Elsa Triolet kimdir? Yalnız güzel gözlerine
şairlerin aşk şiirleri yazdıkları bir kadın mı, yoksa yazdığı romanlarla hak
ettiği değere ulaşamamış bir yazar mı?
Sanat ve edebiyat tarihinde kimi
zaman yağlıboya bir tabloda hayranlıkla kendilerini seyrettiğimiz, kimi zaman
gözlerine yazılan şiirleri okuduğumuz ve böylelikle tanıdığımız, sanatçıların
ve ozanların muse’leri (esin perisi) kadınlar vardır. O kadınlar ki sanat ve
edebiyat tarihinde sevgililerine ilham kaynağı oldukları için çok önemlidirler.
Ama bazı kadınlar da vardır ki, kendileri de birer sanatçı oldukları halde hep
sevgililerinin ve sevgilerinin gölgesinde kalmaya mahkum edilmişlerdir.
Bunlardan heykeltıraş Camille
Claudel’ın yaratıcı dehası, o bir akıl hastanesinde ölüme terkedildikten yıllar
sonra fark edilmiştir. Ünlü heykeltıraş Rodin ile yaşadığı aşk ve onun bir
kadın sanatçı olarak yaşadığı ızdırap, yaşamöyküsünü anlatan kitap ve film sayesinde
artık birçok kimse tarafından bilinmektedir.
Camille ile aynı kaderi paylaşan Gwen John’un keşfedilişi
ise kardeşi Augustus John, sevgilisi Auguste Rodin’le bağlantılı olmuştur. Resimlerinde
güçlü duygusal tepkiler görülen John, 1904’te Rodin’e modellik yapar ve onun
sevgilisi olur. Bu ilişki döneminde kendini “küçük bir ıstırap ve arzu parçası”
olarak gören ressam sonrasında resimden soğur ve fırçayı bırakır.
Marie Laurencin ise şair Apollinaire’nin
sevgilisidir. Apollinaire onun “kadınsı sanatı önemli bir konuma” getirdiğini
söyler. Ama aslında Laurencin, sürralistler için Henri Rousseau’nun, “Ozanı
Esinleyen Müz” adlı resminde olduğu gibi sadece Apollinaire’nin esin perisidir.
Apollinaire “Alkol” ve “Epigramme'lar”daki şiirlerin birçoğunu Marie Laurencin
için yazar. Picasso’nun yapıtlarını oldukça beğendiği bir ressam olmasına
rağmen Marie Laurencin hala birçokları için Apollinaire’nin şiirlerine bir
dönem konu olmuş bir kadından başkası değildir.
Elsa Triolet ise, 1896 yılında
Moskova’da doğar. Moskova Mimari Akademisini bitirir. Şiiri çok seven Elsa
henüz lise yıllarında genç bir kızken, o dönemler kimse tarafından tanınmayan
Rus ozan Vladimir Mayakovski’yle tanışır. Kendisini sürekli evinde ziyaret eden
Mayakovski’yle ilişkileri, Mayakovski’yi 1915’te ablası ile tanıştırana kadar
sürer. Mayakosvki Lili Brik’e ölümüne dek bağlanınca, Elsa büyük aşkını
kaybeder. Elsa o dönemlerde Mayakovski’ye yazdığı mektuplarda duygularını şöyle
dile getirir:
“Gönül işlerim hep eskisi gibi: benim sevdiğim beni sevmiyor
ya da tersi. Bu durumun değişeceğine yönelik hiç ümidim kalmadı, ama önemli
değil.”
Tüm
olanlara rağmen Mayakovski ve ablası Lili’ye olan bağlılığını sürdüren Elsa o
dönem Rusya’da bulunan Fransız subay Andre Triolet ile evlenerek Fransa’ya
yerleşir. Bu evlilik belki de onun yaşadığı acıdan, Mayakovski’den, Lili’den
kaçışıdır. Ama Elsa bir türlü mutlu olamaz ve Triolet’ten boşanır. Bu dönem Mayakovski’nin
şiirlerini, oyunlarını Fransızcaya çevirir. Şairin Paris gezilerinde ona eşlik
eder ve tercümanlık yapar. 1920 yılında Tahiti'ye yaptığı seyahati mektuplarla,
arkadaşı Victor Shklovsky'ye yazınca, Shklovsky bu mektupları Maksim Gorki'ye
gösterir. Gorki mektupların sahibinin yazarlığı düşünmesi gerektiğini söyler.
Böylece Elsa’nın yazarlık serüveni başlar.1925’te bu mektupları temel alarak
yazdığı kitabı yayımlanır.
Elsa 1928’de sürrealist akımın
önemli şairlerinden biri olan Louis Aragon ile tanışarak evlenen Elsa, “Tarih
bize birer şair reva gördü” sözlerini kendisi ve ablası için söylemiştir. Artık
o Aragon’un şiirlerinin ana temasıdır. Aragon'u Fransız Komünist Partisine
girmesi konusunda etkiler ve beraber Fransız anti-faşist hareketinde görev
alırlar. Elsa, Aragon’u Rus edebiyatı ile tanıştırarak, onun şiirlerinde yeni
anlatım olanaklarına kavuşmasını sağlarken, kendisi de yazmaya devam eder.
Alman işgali sırasında, 1943'te yayınlanan “Beyaz At” adlı romanı, büyük beğeniyle
karşılanır.1944’te Fransız edebiyatının en önemli ödülü olan Goncourt ödülünü “Yırtılmış
Çuha 200 Frank Eder” romanıyla alır. “Dağ Çileği” adlı romanlaştırılmış
otobiyografisi, “Avinyon Aşıkları” “Şeftali Ağacı Altına Gömülmüş Defterler”
hikayeleri savaş yılları Fransa’sını tasvir eder. “Mahrem
Yazıları”, kendi yaşamından kesitler sunar.
Çehov’un oyunlarını Fransızca’ya çevirir.
“Gün Doğarken Bülbül Susar” adlı son romanında büyük ölçüde kendini ve ölümünü
tasvir eder. Romanında yaşamının sonuna geldiğinin bilinciyle, kendi kendisiyle
ve belli dönemlerde yaşamını paylaştığı insanlarla hesaplaşmaktır. Elsa 1970
yılında ölür. Ölümünden sonra söylenenlere göre Aragon onun çekmecelerini boşaltırken
Elsa’ya aşık olan erkeklerin adlarının yazılı olduğu bir liste bulur ve ölümüne
dek Elsa’nın kendisini aldatmış olabileceği düşüncesiyle yaşar. Aragon Elsa’nın
yanına, evlerinin bahçesindeki asırlık bir ağacın dibine gömülür. Elsa’nın
romanından alınan mezar taşı üzerindeki şu sözleri ise onu bu noktada suçlayanlara
belki de en iyi cevaptır:
“Ölüler savunmasızdır. Ama ümit ediyoruz ki kitaplarımız
bizi savunacak.”
GÜLER İNCE
11 Ocak 2010 tarihli
Günlük gazetesinde yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder